Tuesday, December 29, 2009

Yeni Yıla Uçukla 100 Kilo Olarak Uçarak Girmek

Yeni yıla hayatımın ilk uçuğunun önderliğinde, 3 haneli kilomun eşliğinde ve işimi kaybetme riskinin üzerinde oluşturduğu kremamsı tabakanın birleşimiyle müthiş motive, müthiş gaz ve müthiş bir karın ağrısının ardından gelen iki buçuk saatlik, laptop şarjı ve üstüne ipod şarjı bitiren, gazetede ve ikea kataloğunda okunmadık yer bırakmayan bir tuvalet seansıyla girmeyi planlıyorum.

Tuesday, December 15, 2009

Milli Piyango'dan büyük ikramiye çıkarsa gideceğim yerler

Tiflis, Bakü, Kuveyt, Dubai, Tahran, Aşkabat, Taşkent, Bişkek, Almati, Ulan Bator, Moskova, St. Petersburg, Pekin, Şangay, Hong Kong, Bankok, Phuket, Yeni Delhi, Mumbai, Katmandu, Cakarta, Kuala Lumpur, Singapur, Manila, Suel, Tokyo, Osaka, Perth, Melbourne, Sidney, Auckland, Wellington, Suva, Male, Victoria (seyşeller), Johannesburg, Cape Town, Kampala, Nairobi, Kahire, Tunus, Antananarivo, Rabat, Fuerteventura, Dakar, Falkland Adaları, Rio Gallegos, Buenos Aires, Montevideo, Santiago, Lima, Sao Paolo, Rio De Janerio, Panama, San Jose, Santa Domingo, Bermuda Adaları, Nassau, Havana, Mexico City, Tijuana, Los Angeles, San Francisco, Memphis, New Orleans, Miami, Seattle, Vancouver, Toronto, New York, Chicago, Anchorago, Kuzey Magnetik Kutup Noktası, Nuuk, Paskalya Adası, Bora Bora, Rarotonga, Honolulu, Rejkjavik, Dublin, Glasgow, Edinburg, Liverpool, Manchester, Londra, Amsterdam, Eindhoven, Brüksel, Brugge, Paris, Nantes, Bordeux, Marseille, Nice, Cannes, Barcelona, Madrid, Ibiza, Porto, Milano, Roma, Floransa, Palermo, Malta, Zurich, Venedik, Munich, Berlin, Kopenhag, Stockholm, Oslo, Bergen, Helsinki, Tallinn, Riga, Vilnius, Varşova, Prag, Bratislava, Viyana, Budapeşte, Ljubjana, Zagreb, Dubrovnik, Saraybosna, Belgrad, Kiev, Bükreş, Sofya, Selanik, Atina ve Patras. Valla.

Monday, August 31, 2009

Yen, Zelanda Üzerine Bir Deneme

Yeni Zelanda

Bir ada

Değil aslında iki ada

Bir şehri var Auckland adında

Gittim oraya geçtiğimiz Şubat'ta

Kaldım tam iki hafta

Şehrin göbeğindeki City Lodge'da

Otel miydi, hostel mıydı anlayamadım ama

.........................................................

Tanıştım epey Türk'le

Hepsiyle tesadüfle

Oturup sohbet de ettik

Gezdik de huşu içinde

..........................................................

Occidental diye bir bar var

Derler burası Belgian beer cafe/bar

Çok sevdim, ama birası 11 dolar

Öğrenci mekanı değil azizim, içeriye dolmuş 60 yaşında amcalar

...........................................................

Ponsonby güzel bir banliyöymüş

Oturanlardan biri de Vedat Mösyö'ymüş

Bir gece de orada takıldım Crib diye bir klübe,

İçeride en yaşlı ve yalnız adam olduğunu farketmek gerçekten epey kötüymüş

...........................................................

Mission Bay'e de, Takapuna Beach'e de gittim

Niye birine "bay" derler, birine "beach", hiçbir farklarını göremedim

Mesafeleri yaklaşık aynı şeer merkezinden, 6'şar km., onu farkettim

Bir de yürüyerek gitmenin hiçbir bünyeye fayda etmeyeceğini, şişik ayaklarım sayesinde öğrendim

...........................................................

Waikeke değil Waiheke

Oradan girdim ben okyanusların en büyüğüne

Şarapları güzelmiş bu adanın

Man O'War için sorun Vedat Bey'e

...........................................................

Buranın sushisi çok ucuz

Garsonları azıcık uyuz

Adamlar beş saatte sipariş getiremiyorlar

Getirdiklerinde de almıyorlar az-buz

...........................................................

Çıktım Sky Tower'a

Baktım tepeden bütün Auckland'a

Her taraf alabildiğine müstakil ev

Bu yolculuk yaramadı pek yükseklik korkuma

...........................................................

Sky Bungee burada çok meşhurmuş

Her gelen turist deniyormuş

Binince ben de anladım

5 saniyede nasıl üç kulhü bir elham okunurmuş

...........................................................

İçtik bir gece Vedat'la, İzzet'le

Yedik Sharon'ın, İzzet'in şahane yemeklerini afiyetle

Yalnız İzzet biraz çabuk kayıyor

Benden söylemesi dikkat edin ona göre

............................................................

Grafton, Mt. Eden, Parnell

Bu yerler gayet güzel

Yalnız Mt. Eden'a gece çıkmayın

Göreceğiniz tek şey şahin tepesine çıkmış "yiyişen" arabalı gençler

...........................................................

Singapur Havaalanı en iyisi

Dubai en şöhretlisi

Auckland en ucuzu

En kazığı ise tabii ki bizimkisi...

Bir adet uçankuş.com haberi

Bir insanın tatile gitmesi ve o tatilde neler yaşadığını anlatma isteğinin doğurduğu o kişiyi dinleme zorunda olacak olan onlarca insanın acaba kaç tanesi gerçekten Maramaris'in deniz suyu sıcaklığıyla ya da muhteşem roma dondurmacısının tutti frutti aromasının hiç bu kadar kötü olmadığını bilme hevesi vardır? Bunu merak eden insanların kendi yaşamları evlerindeki kedilerini sevmekten bunaltana kadar okşayıp, Facebook'taki 568 arkadaşının profillerindeki anlamlı sözlerden ilham alıp resim yapmaktan mı ibarettir? Acaba bu dinleyen kişiler hayatlarının anlamlarını ingilizce şarkı sözlerinden mi keşfetmişlerdir? Acaba bu insanların hayattaki tek amacı Marmaris'deki roma dondurmacısının tutti frutti aromalı dondurmasının tadı bozulmadan bir top da olsa tatmak mıdır? Peki daha da önemlisi bu kişiler kaç kilodur? Toplamda kaç kilo çekerler? 3 kişilik asansöre kaç kişi binerlerse asansör bozulur? Bunları ne zaman soracağız? Toplum ne zaman farkına varacak denize karşı bakarken sahilde üstüne nivea spreyli 50 faktör diş macunu sıkmayıp ta cayır cayır yanan insanın dramını gerçekte kimsenin önemsemediğini? O insanın bunun üstüne soyulup bir kat daha yanmasının ardından sırtına perran kutman gibi yoğurt sürülse bile "vaay" ya da "ıyy" tepkisinin dışında bir cümle yararlı yorum işitmesinin imkansızlığının farkında olmadan çırpınarak bunları anlatmaya girişmesi ve bu girişimin dışarıdan izleyen milyonlarca büyük harflerle ha ha ha diye tok bir sesle atılan kahkahaların arasında yokolup gitmesinin verdiği üzüntüyle kabuğuna çekiliş, asosyalizm...

Tuesday, April 21, 2009

Scooter'lar, tatil, sonbahar

-Gerçekten mi Cem?
--Evet gerçekten..
-Niye peki?
--Bilmiyorum
-Bu son zamanlarda en fazla kullandığın sözcük biliyorsun değil mi? O kadar fazla kullanıyorsun ki henüz orta okula giden ve ilk defa sosyalleşmeye başlayıp, kızlı-erkekli sınıftan arkadaşlarıyla bağdat caddesine gidip, Kırıntı'da Ne yersin?, ne içersin?, sıkıldın mı?, acaba sınavda neler çıkar?, yerin ne?, yurdun ne?, yaşın kaç?, adın ne? gibi sorulara aynı cevabı vermek dışında hiçbir etkisi olmayan o küçük kızlardan bile daha az çıkıyor bu sözcük..
--Biliyorum..
-Neyi peki?
--Bu kadar zamandır ufak ufak ta olsa birşeyler yapma isteğiyle dönemsel olarak randevulaşıp asla bir hal hatır sormaya girmemek gibi. Tıpkı "bir ara görüşelim" deyip bunu dememin tek sebebi tek cümleli diyologlardan kurtulmak istemem olan 1856 kişi gibi. Gerçi bunu niye yapıyorum ondan da pek emin değilim. Kenidimi en az 3-4 karşılıklı cümle kurmazsam niye rahatsız hissediyorum? Bu neyi değiştirir ki? Herkes gerçekleri biliyor.
-Nasıl peki?

Wednesday, April 15, 2009

Bisiklet Yarışı


Action dis dey action dis nayt. Bu aralarda iyiden iyiye çok sevgili dersane bozması kutu gibi sevimli terbiyeli edepli efendi kişilikli okulumda görmekte olduğum adidas eşofman altı furyasına bir açıklama getirilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Yani tamam iyi hoş ama yani boku çıktı işin.. Bütün bağdat caddesi eşofman altı giyiyor.. Ama sadece adidas.. Ulan ne biçim bir modadır bu yahu.. Beni geçmişe götürdü bu bi de..Benim lise dönemimde bööle pamuk gri eşofman altları giyerlerdi bu gibi kişiler.. Ama altlarında timberlandin o bok rengi olanlarını bağcıklarını bağlamadan giymezlerse içleri rahatlamazdı.. Bi de üstlerine yeşil barbour ohh dadından yenmez. Ama öyle şimdiki barbourlardan değil.. O zamanlar barbourların koku sorununa bir çözüm bulunamamıştı.. Eleştirmek için yazmıyorum bunları. Aslında gayet olaya populist yaklaşıp kolaya kaçıyorum.. Beynimi minimum derecede çalıştırarak akıllı gibi gözükmeye çalışıyorum. Bu şekilde bir yazıyla adidas eşofman altının arasında hiçbir fark yok aslında. Hatta adidas eşofman altı çok daha dürüst ve açıksözlü. Teşekkürler adidas. Teşekkürler eşofman altı. Bazen Smyrna, Leyla, Dogz Star ve takip edemediğim diğer harika cool yerlere gidenlerin aslında kendi reinalarında olduklarının ve orada bir deniz akkaya kişisinin yarattığı hissiyattan başka bir şey yapmadıkları, hatta deniz akkaya kişisi kadar dahi hayatı çözemedikleri, hayata acayip yanlış bir perspektiften bakıp o perspektifin asla değişmeyecek, harika muhteşem bir şey olduğunu düşünerek kendilerini sonsuza kadar kandırıp, sonsuza kadar kendi reinalarında bir deniz akkaya, bir hakan şükür, bir mustafa sandal olacaklar. Ama herkes giyiyor nasıl olsa poşuyu, adidas eşofman altını, barbourı, şalvarı, superstarı, kocaman gözlükleri. yanlış anlamayın.. ben eleştiri yapmıyorum.. Sadece beynimi hiç çalıştırmadan basit eleştiriler yapıp popüler olmaya çalışıyorum.

Zerrin Özer'e benzeyen kokoreç

Son 7-8 senenin, eğer çok ta gerçekçi olmam gerekirse iki-üç ayını atarsam eğer kalan onlarca ayın hepsinde aklıma yerleşmiş olan kronik bir problemim var. Tıpkı bu yazının başlığını oluşturan kişinin hayatının özellikle bundan 10 sene öncesine kadar yaşadığı gibi. Küçük bir şişkoyken Zerrin Özer'i periyodik aralıklarla her gördüğümde alıp verdiği kilolardan bir adet daha Zerrin Özer olduğundan şüphe etmemem elde değildi. Kadın bir zayıf, bir şişman, bir zayıf bir şişman, bir zayıf, bir şişman. Tabi bu 10 sene öncesine kadardı. Artık bir şiman, iki şişman, üç, dört, beş... Ben de emin adımlarla Zerrin Özer ekolünün sıkı takipçisi olamaya başladım. Dibe vurmadan çıkamayan adamlardanım (gerçi böyle kaç tane adam vardır bilemeyeceğim). Sıradan zorluklara motive olmakta hep zormanırım. 7. sınıfa kadar şişkoydum. O sene spor+diyetle 8 kilo verip bir de boyum yaklaşık 10 cm uzayınca "oh be artık sarışın güzel kızlara çıkma teklifi edip reddedilebirim" rahatlığına ulaşmıştım. Çıkma teklifi etmek o zamanlar büyük bir sorundu benim için.(tabii buradan artık demek çocuk çok rahat "çıkma teklifi" edebiliyormuş anlamını çıkaranlara benden birer tam pansiyon konaklama) Daha ilk teklifimde hayatımın erkek modeller gibi olmayacağını anladığım dünyanın en klişe cevabıyla başbaşa kalmıştım: "bence arkadaş olmalıyız". O sırada heyecandan zaten tombul olan yüzümün kıpkırmızı bir hal alarak bir domates, bir şeftaliye bürünmesi, benim cayır cayır yanan kalorifer borusunu heyecandan sıkı sıkı tutmuş olmam işin salt ve pepper ı oluyordu. Ancak yasım çok uzun sürmedi, ne de olsa orta birdeydim, hayat kısaydı. Ertesi ay hedef küçültüp "çantada keklik, garanti" kafasıyla başka bir hanım kızımıza yaklaşıp o sihirli cümleyi bu sefer çok daha rahat ve kendime güvenle ağızımdan çıkardım: "-Naber?" "-İyiyim" "Benle çıkar mısın?" "Gerçekten mi? EVET!". İşte bu kadar dostum. İlk kız arkadaşın ve adeta sana tapıtor adamım heeey.. Bütün bunlar Cuma günü eve dönüş servisinde oluyordu. Neyse eve döndüm. Kızın ne telefonu var ne birşeyi! Pazartesi oldu ve onu ilk tenefüste gördüm biraz konuştuk. Bende kendime güven tavan durumunda. Ama işte artık ne konuştuysam ikinci tenefüste kız beni görür görmez kaçmaya başladı! Ne olduğunu anlayamadan onun bir arkadaşı yanıma geldi ve bam! : Sorun sende değil Cem, onda.. İşte o gün zayıflamaya karar verdim ve yukarıda bahsettiğim prosedürlerden geçtim.
Zayıfken herşeyin değiştiğini düşünüyordum, gerçi biraz değişmedi desem yalan olur. Artık yazın çektirdiğim fotoğraflarda t-shirtün üstünden memelerim görünmüyordu, denize girerken etrafta aile dışında tanıdık kimse var mı diye bakınmıyordum. Daha hızlı koşup , daha az yoruluyordum, güzel günlerdi..

Monday, February 2, 2009

Yeni Zelanda Mecraları

Bundan bir hafta sonra, nerdeyse bütün dünya tarafından tanınmayan bir "ülke" olan uzun yazılışının insanı gerçekten yorduğu yer olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti(mi)'ni saymazsak eğer 18 yaşımdan sonra ilk kez yurtdışına çıkacağım. 18 yaşımdan önce her yaz dünyanın top gibi yuvarlak olup, çocukken hepimizin kafasına elips şeklinin yusyuvarlak olduğuna dair sinyaller yollayan o küreyi çevirip nedense her seferinde Hollanda'ya denk getirdiğimden, Avrupa dışında pek bir yer göremedim. Hatta ve hatta bir keresinde Paris'e gidip, o şehrin sınırları içinde iki gün geçirip, ne Eyfel Kulesini, ne de Louvre'u ne de Disneyland'i, ne de bir pamdomimciyi uzaktan dahi görememiş birisi olarak yazılmamış tarihe geçtiğimi düşünürüm o günlerden beri. Hollanda'nın da pek bi farkı yoktu tabii ki. Kafadan 6-7 kere gitmeme rağmen yalnızca son gidişimin son iki gününde görebilmiştim Amsterdam'ı ve Rotterdam'ı. Bundan dolayı aslında bu tatillerin boyu değil, işlevleri önemli. Fransa'ya gittim geçen ay, İtalya'daydım ya ondan açmadım telefonu diyenlere kuşkuyla yaklaşmalı. Önce şehri, hatta banliyö mü yoksa şeer merkezi mi, bu bilgileri almak gerek, daha sonra insanın egosunun kucağına oturup rahatlamak lazım. Hele direk kıta olarak Amerika ya da daha da genel, yurtdışı diyenlere ya direk he deyip geçmek gerek, ya da yüzlerine önünüzdeki su bardağını boşaltmanız. İlla sonunda siz haklı çıkarsınız, güvenin. 

İşte evet, gideceğim yurtdışına da böyle bir geçmişten insan ne bekler yurtdışı olarak ben de bilemiyorum. Zaten oldukça uzun zaman geçti üzerinden, bütün raconları unuttum. Korkuyorum dalıp ta yere falan tükürürüm diye. Yol vermem, kırmızıda geçerim, ülkemi kötü temsil ederim, riskli şeyler bunlar. Gideceğim yer Yeni Zelanda. Hayır, eskiden Yeni Zellanda olan ülke değil, eskiden beri Yeni Zelanda'ydı. Ve hayır Avrupa'nın doğusunda eski Yugoslavya'dan dağılan bir ülke de değil, İspanya'nın özerk bir adası da. Afrika'da da değil, yeminlen. İşte Yeni Zelanda'ya gideceğimi söylediğimde gelen "wikipedik" bilgilerle ülkenin Türkler'e göre olan çeşitli konumlarına verdiğim cevaplardan yaptığım kolaj (cümle zor iki kere okuyunca daha iyi oturuyor). Bu bir yarısı. Diğer yarısı da "aa ne güzel ya kangurular falan" diyerek görüşlerini belirttiler. 

Bu tatilden beklentilerim ilk olarak kesinlikle ülkeye inebilmek ve girebilmek. Bir siteden yaptığım otel rezervasyonunda odamın içinde görünen tuvaletin rezervasyonu yapar yapmaz oda dışına çıkıp, imece yöntemine girişmesi, parasını verip satın aldığım uçak biletinin, turizm şirketinin süper akıllı insanı tarafından aslında satın alınmadğını, aslında uçaklarda hiçbir şeklide yer olmadığını ve normalde gitmeyi istediğim günden 5 gün sonrasına bilet bulabildiğini bikaç gün önce söylemiş olması, ve benim bu duruma turizm şirketi sahibinin arkadaşım olması sebebiyle adam gibi ses çıkaramamam, Yeni Zelanda vizesi alırken büyük elçiliğin bana "oo sen 18 yaşından küçükken çıkmışın yurtdışına hep, saymam bunları eki eki " deyip mızıkçılık yapıp uğraştırması, ve aslında hala resmi olarak bileti mailimde ya da elimde hissedememiş olmam, arkadaşımın "olm uçağın check in'ini en erken sen yap garantiye al işi yoksa uçamayabilirsin, overbook yapıyolar demesi. Bunlara ek olarak daha önce okuduğum üniversitenin askerlik şubesine belge yollamamasından bilmeye bilmeye iki sene kaçak dolaşmışlığım olduğundan, "ulan şu anki de yapmış olabilir mi?" paranoyasının pass controlden geçene kadar bitmeyeceğini bilmek. Ve 1.5 senedir çalıştığım şirkette, bu krizin ortasında, tam gideceğim hafta şu ana kadar hiç yapmadığım kadar yoğun bir iş trafiğine girmiş olmak gerçekten bana bir işaret veriyor sanki diye düşündürüyor. İşte bundan dolayı içinde tuvaleti olan bir odaya yerleştiğim an sanırım tatilimden yüzde 90 doyum oranı yakalamış olacağım. Oraya kadar yıkılmazsam, sonrası zaten yıkamaz. 

Google Earth ten ezberlediğim kadarıyla güzel bir şehir Auckland. Artık sokakların isimlerini bilmeye başladım. Taksiye bindiğimde yok şimdi Albert st. kalabalıktır, aradan Federal'den kaçalım demeyi istiyorum ama maalesef bu sokakların gidiş geliş yönlerini Google Earth söylemiyor. Sanırım. az gezmedim Queen St. te, Victoria'ya az sapmadım. Ninety Mile'da dunelarda az kaymadım, hole in the rock'tan az geçmedim. Youtube'dan uçakla az inmedim City of Sails'e. K'road da az adam dövmedim. Eh artık bir de görürüm.

Ayna programının kullandığı archive footage a göre de fena değildi. Küçük bi göbeği var, adına CBD diyorlar. Bir iki tane barlar sokağı var, bir bağdat caddesi var. bir de sahil yolu var, işte kalamış marina ayarında bir de marina. Zaten kebapçısı falan da tam... Bu bütün gidilen yerleri özümseme isteği özelliği bana değil ırkıma aittir. Özellikle Ayna programının hemen açılışında öğrenmiş olduğum dinin özgürce yaşanabildiği bir yer olduğu bilgisi içimi rahatlattı. Nedenini gerçekten bilmiyorum. Aslında biliyorum, içim rahat etmiyor laf sokmak istiyorum adamlara ama aynı zamanda safe te takılmak istiyorum. Böyle bir ikilemdeyim. Bir tarladaki sulama aracını gösterip, eliyle geyik besleyerek adam ülkeyi tanıttı yahu. Bir de kuzuyu tutmaya çalışırken neredeyse bacaklarını kırıyordu. Belki ben de bir tane belgesel çekerim geldiğimde. Kim bilir belki benden de alırlar çocuklar imzalı fotoğrafımı.
Yeni Zelanda, hatta Auckland artık eskisi kadar uzak gelmiyor gözüme. Sanki dolmuşa atlayıp geleceğim gibi düşünüyorum. Bu şekilde düşünmemin büyük sebebi geleceğim uçağın aslında Dolmuşçu Hüseyin Amca'dan farklı bir yöntem izlememesi. Önce dubai'de duruyoruz. İnecek yolcu kalmasın. Kalkıyo kalkıyo, singapura iki, singapura iki. Gel gel beklemeden ouklınd beklemeden ouklınd. "Kardeş kaçta kalkıyo? -Geç abla geç geç hemen kalıyo hemen hemen". Bu yılların dolmuş geleneğini uluslarası büyük uçak şirketlerinde görmek insanı içten içe gururlandırmıyor desem yalandır. İnanmayın. İnkar edersem şamar atın.

Peki ben ne yapacağım Auckland'da? temel sorun da bu zaten. Aslında Seinfeld mottosuyla yaşayacağım 15 gün boyunca. Hiçbirşey yapmayıp neler olduğuna bakacağım. Eğer olanlar ilgimi çekerse sonra gelip 15X46 (uğraştım epey ama iki yıla denk geliyor yaklaşık, değdi doğrusu) gün daha yaşayabilirim. Kim bilir, belki 15X1924 (bunu tamamen salladım hiçbir fikrim yok ne kadar olduğuna) gün daha yaşarım ondan sonra. Gerçi ilk zamanlar kime söylediysem gideceğimi aa ne güzeeel dediyse, gitmeye yakın o kadar insan ıyy çok kötüüü demeye başladı. Bakalım.
Murphy, seni ve kanununu seviyorum.