Thursday, December 9, 2010

Tüket(t)im (Müthiş Zekice Kelime Oyunlarıyla Başlıklararası Seyahat)

Eskiden, çocukluk döneminden, ergenlik dönemini içeren hatırladığım yıllarda, yani internet, cep telefonu ve maaşın olmadığı yıllarda, tvden ne çıksa yerdim. Bunu üniversitenin ilk yılları olan "sürgün" döneminde de yaşadım. Cnbc-e'de coupling, two and a half men ve ardından "komedi filmleri kuşağı"nda her ne gösteriyorlarsa bayıla bayıla izlerdim. Şimdiye geldiğimde, tv izlemek artık hiçbirşey ifade etmiyor, yalnızca yarı dekor amaçlı duruyor. İnternetten indirebileceğim sınırsız sayıda dizi, film, talk show, vs. ve dvd-bluray ikilisi sayesinde tv artık pek mühim değil. O bayıldığım Coupling adlı dizinin sezonluk dvd'si evdeki ilk dvdlerdendi. Bir heyecan oturdum başına "oleeey" diye. İkinci bölümünü izleyemeden kapattım. Çok daha boktan filmleri tv'den bayılarak izlerken, Star Wars serisini indirdikten sonra The Phantom Menace'ın ilk 20 dakikasında, hem de arkadaşımla bütün seriyi izleme misyonuyla başına oturduğumuz bir gecede bırakıp, diğer filmlere dokunmadık bile. Lord of the Rings Director's Cut'ı, yani 10 saatin üzerinde süresi olan bir üçlemeyi, 15 inchlik laptopta, yatakta göbeğimin üstünde, yarı ekranda oynatıp, diğer yarı ekranda da internete girerek bitirdim. Transformers'ın çizgi film serisinin bütün sezonlarını internetten sipariş verdim. 100 küsur bölümden sadece 15 tanesini doğru dürüst izleyebildim.


Bunlara benzer epey bir örnek sıralayabileceğimi, bütün bunları aklıma çat çat gelmesinden dolayı şimdi farkettim. Bu farkındalığımın yanına, bir başka farkındalık daha ekledim. Bu da aslında ihtiyacım olmayan birşeye sahip olma adına yaptığım gerizekalılıkların farkındalığı. Asla o an düşündüğümüz, hayal ettiğimiz değeri taşımayan yüzlerce şeye, farkında olmadan yalnızca sahip olma kompleksimiz yüzünden sömürülerek sahip olduruluyoruz. Bu yeni bir bilgi değil, çoğu insan öyle ya da böyle, buna benzer aydınlanmalar yaşamıştır hayatında. Fight Club diye bir film var sonuçta. Zaten asıl sorun, bütün bunları bilmemize rağmen yine de hiç bilmiyor gibi davranmamız. Hayatımızdaki çoğu şeye aşırı değer vermemiz. Peki bunu niye yapıyoruz? Niye çoğu kadının gardrobunda bir senedir etiketi sökülmemiş bir sürü kıyafet var? Niye benim hala izlemediğim, yıllardır raflarımda duran dvdler var? Hayatı sevmek için mi? Kendimizi "etiketi sökülmemiş kıyafetler cemiyeti"ne ait hissetmek için mi? "Onlar yapıyor diye ben de yapıyorum, önce onlar başlattı kulübü"ne üye olmak için mi?

Gereksiz tüketim ihtiyacı içimizden çıkan kıvılcımların, dışarıdaki uyarıcı etkenlerle sevişmesiyle ortaya çıkıyor. Gerçekten mutlu olmak için bunları yapmaya ihtiyacımız var mı? Gerçekten bu kadar mutsuz muyuz? Yoksa bilinçli bir şekilde belli bir dengede mutsuz olmamız sağlanıyor ve bu ihticaçlar bize damardan, yavaş yavaş aşılanıyor mu? Basit şeylerle mutlu olmaktan bahsetmiyorum. Yalnızca o anda mutlu olup, daha sonrasında zerre kadar mutlu olmayacak şeyleri almanın, yapmanın, tercih etmenin yerine, gerçekten, uzun süre bizi mutlu edebilecek şeylere yönelmemiz gerektiğinden bahsediyorum. Kısa vadeli, boktan sevinçler yüzünden, gerçek mutluluğa olan konsantrasyon çok daha azalacağından, bunu da tam olarak algılayamayacağız gibi geliyor. Bu alış-veriş için de geçerli, izlediğimiz şey için de, aşk için de, kariyer için de.

Peki bunu nasıl yapabiliriz?

Kendimizi iyice tanımamız yeterli olur mu? Bir başkasının kendinizi tanımanız için olan tavsiyesi başlamak için çok ironik bir durum olmaz mı? Herkes kendi yolunu kendisi keşfetmeli, sabretmeli ve uzun vadeli başarıya inanmalı diye düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz, seçtiğimiz yaşamın ne kadarını gerçekten isteyerek, severek yaşıyoruz, bunu görmemiz gerekiyor öncelikle. Doğru yaşam tarzını belirledikten sonra, kendini tanıdıktan sonra, kendini kaptırmadan, salmadan yaşamak, zaman zaman spontan yaşayıp, sonra kendi rutinine geri dönebilmek gerekiyor. Bağımlı değil, bağımsız olmak lazım. Bizi gerçekten nelerin mutlu ettiğini bilmeden bilgisayar sahibi oluyoruz, kay kay sahibi oluyoruz, köpek sahibi oluyoruz, üniversitelerde bir bölüm sahibi oluyoruz, iş sahibi oluyoruz, ilişki sahibi oluyoruz, çocuk sahibi oluyoruz, sonra da herşeyi bırakıp gitmek istiyoruz. Ya gidiyoruz, ya da ızdırap çekip, hayatımızın sonuna kadar bu formatta devam ediyoruz. Elbette bunlardan bazıları bizi "gerçekten" öutlu edecek şeyler, ama kara cahil bir tandansta riske girmek ne kadar doğru? Hiç değil.

Ne kadar boktan bir yazı olduysa da, ne kadar ileride dönüp bu yazıyı okuduğumda "ilköğretim formatında yazı yazma sanatı 101" dersine bir örnek teşkil edeceğini düşünsem de, yine olmuyor, yine kaçamıyorum klişelerden.